1946
Sözgelimi her
şeyi bilen kadının ağzından.
Sevdiğim
bir dostumun evinden yazıyorum. Ayaklarım donuyor ve henüz doğmamış çocukların
ölümüne sebebiyet veriyorum. Sabaha karşı bir belirsizlik saatindeyim ve bahsi
geçen dostum buzdolabının kapağını her açtığında çıkan sesi bir şarkının giriş
melodisine benzettiği için 25 dakikadır mutfakta. Bense aynı koltukta tam 10
buçuk saattir oturuyorum. Ve bahsi geçmeyen eski sigara dumanları… Sigarayı
yakma, mumları yakma, içimi yakma. Burnumun direği sızladı. Sigarayı yakma çünkü yaktıkça bitiyor.
Bizler,
yani bazı pejmürdeler bilmedikleri
şeyleri insanlara veremiyoruz. Işıkları sokaklardan görünmeyecek kadar
zemin kattaki apartman dairelerinde kimi zerdüştlükler peşinde koşuyoruz.
Bunların ne bize ne de bir başkasına faydası yok. Duman üzerine duman
çıkartıyoruz, ateş yok Pembe havlular, bordo koltuk,
çevirmeli telefon, akortsuz bir gitar fakat telleri yeni, kış bahçesi fakat kitaptakinden farklı, güz sardunyaları, mavi yorgan, keskin duvar
kenarı, yatak, okunmamış kitaplar, üzerine pis kokular sinmiş kahrolası
gençliğimiz ve kurumaya yüz tutmuş vajinalar.. Lakin duvarlar bu kez yeşil
değil.
Hangi
günahtı bana şiir yazdıran?
-Saat kaç?
-Dört falan.
-Buçuk.
Yazmıyorum şiir.
Karanlıktan bu kadar korkup böyle bir karanlık içinde olmam çok komik değil mi?
Bu sanıldığının aksine anlamsız
bir monologtan ziyade anlamlı bir diyalog aslında. Ne yazık ki bahsi geçen
kişiler -ben dahil- tamamiyle hayal ürünü değil. Çürüyoruz. Hem de bize
yaşadığımızı hatırlatan her şeyle birlikte. Sen ve ben eski dostum, yokolmaya
her zamankinden daha yakınız bu gece. Bugün ya da ertesi , sonu iyi bitmeyecek
bir yolculuğa neredeyse kuşluk vakti çıkacak olmak beni bu yamuk perdelerden
daha fazla rahatsız ediyor. Perdeleri çekemedim, perdelere yenildim.
Fonda sifon
sesleri. Sanırım biraz belimi ağrıtıyor bu eğrelti tutumlarım. Bazı cümlelerin
değil kelimelerin dahi sonunu getiremezken bi’şeylerden bahsetmeye gücüm yok.
Gücüm yok. Hiçbir şeyim yok.
-Şu an yokluğa girdik.
-Zaten hep
yokluktayız.
Ama, fakat, lakin
burada kastettiğim varlığın zıttı olan yokluk değil. Bilmiyorum belki de
öyledir.Kendimize akıl dışı manifestolar ararken, herhangi birini yaratamamış
bireyler olma sorunsalıyla karşı karşıya kalmıştık, yorucuydu.
Zaman aksın istemediğim
dakikalar, içine bir girip bir çıktığım düşünce silsileleri.. Artık sinirden
kaynaklanan mide bulantılarıyla karşılaşmak istemiyorum. Yaşlı ama katiyen
ehli değil. Yıllanmış telefon defterlerinin –eşantiyon ajandaların- hüküm
sürdüğü yıllarda, karanlık mahzenlerde örselenmiş dürtülerdi bizi ayakta tutan.
Bu ve bunun gibi durumlarda en
iyi yaptığımız şeyi yaptık. Bıraktık, boşverdik. Kendi hevesimizi kendi
kursağımızda bıraktık. Biz de güzel şeylere güzel diyebiliyor dahası,
gülebiliyorduk. Fakat böyle bir saatte bunlar yeteneklerimizin çok üstünde kalmış
davranışlardı. Karanlık mahzenlerde, karanlık saatlerde sadece bizi ayakta
tutan dürtüler, örselenmiş dürtüler, mutluluk veren hatta umutlandıran
dürtüler, gülümseten hisler.. Ama çok karanlık mahzenler, dipsiz kuyular ve ucu
görülemeyen tüneller gibidir. Böylece güzel olan her şeyi sona erdirirken biz,
dipsiz kuyularda düşerken biz, tünellerin sonunu ararken biz aslında ne
yapıyorduk?
Paramparçalanmış ve hazımsızlıkları, sinir harpleriyle terkedilmiştik. Elbet yumuşak kokulardan, yumuşak renklerden, huzur veren seslerden etkilenirdik biz de. Karmaşık sohbetler ederek büyütmeseydik yarınları belki mutluluk ve umudu da bulabilirdik onlarda. Ne seçtik, ne seçildik. Bir zarmışçasına, üzerinde kapitalist ruhlar barındıran bir madeni paraymışçasına rastgele atıldık. Ve biz sıkıntılı pejmürdeler olması gereken kavramlar içinde kendimizi kalıplaştırmaya çalışırken sonsuz lobotomi için ağladık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder