2 Şubat 2015 Pazartesi

Pejmürdeler ve Zerdüştlük



                                                               1946
Sözgelimi her şeyi  bilen kadının ağzından.

                Sevdiğim bir dostumun evinden yazıyorum. Ayaklarım donuyor ve henüz doğmamış çocukların ölümüne sebebiyet veriyorum. Sabaha karşı bir belirsizlik saatindeyim ve bahsi geçen dostum buzdolabının kapağını her açtığında çıkan sesi bir şarkının giriş melodisine benzettiği için 25 dakikadır mutfakta. Bense aynı koltukta tam 10 buçuk saattir oturuyorum. Ve bahsi  geçmeyen eski sigara dumanları… Sigarayı yakma, mumları yakma, içimi yakma. Burnumun direği sızladı. Sigarayı yakma çünkü yaktıkça bitiyor.
                Bizler, yani bazı pejmürdeler bilmedikleri  şeyleri insanlara veremiyoruz. Işıkları sokaklardan görünmeyecek kadar zemin kattaki apartman dairelerinde kimi zerdüştlükler peşinde koşuyoruz. Bunların ne bize ne de bir başkasına faydası yok. Duman üzerine duman çıkartıyoruz, ateş yok  Pembe havlular, bordo koltuk, çevirmeli telefon, akortsuz bir gitar fakat telleri yeni, kış bahçesi  fakat kitaptakinden farklı,  güz sardunyaları, mavi yorgan, keskin duvar kenarı, yatak, okunmamış kitaplar, üzerine pis kokular sinmiş kahrolası gençliğimiz ve kurumaya yüz tutmuş vajinalar.. Lakin duvarlar bu kez yeşil değil.
                Hangi günahtı bana şiir yazdıran?
-Saat kaç?
-Dört falan.
-Buçuk.
Yazmıyorum şiir. Karanlıktan bu kadar korkup böyle bir karanlık içinde olmam çok komik değil mi?
Bu sanıldığının aksine anlamsız bir monologtan ziyade anlamlı bir diyalog aslında. Ne yazık ki bahsi geçen kişiler -ben dahil- tamamiyle hayal ürünü değil. Çürüyoruz. Hem de bize yaşadığımızı hatırlatan her şeyle birlikte. Sen ve ben eski dostum, yokolmaya her zamankinden daha yakınız bu gece. Bugün ya da ertesi , sonu iyi bitmeyecek bir yolculuğa neredeyse kuşluk vakti çıkacak olmak beni bu yamuk perdelerden daha fazla rahatsız ediyor. Perdeleri çekemedim, perdelere yenildim.
                Fonda sifon sesleri. Sanırım biraz belimi ağrıtıyor bu eğrelti tutumlarım. Bazı cümlelerin değil kelimelerin dahi sonunu getiremezken bi’şeylerden bahsetmeye gücüm yok. Gücüm yok. Hiçbir şeyim yok.
-Şu an yokluğa girdik.
-Zaten hep yokluktayız.
Ama, fakat, lakin burada kastettiğim varlığın zıttı olan yokluk değil. Bilmiyorum belki de öyledir.Kendimize akıl dışı manifestolar ararken, herhangi birini yaratamamış bireyler olma sorunsalıyla karşı karşıya kalmıştık, yorucuydu.
Zaman aksın istemediğim dakikalar, içine bir girip bir çıktığım düşünce silsileleri.. Artık sinirden kaynaklanan mide bulantılarıyla karşılaşmak istemiyorum. Yaşlı ama katiyen ehli değil. Yıllanmış telefon defterlerinin –eşantiyon ajandaların- hüküm sürdüğü yıllarda, karanlık mahzenlerde örselenmiş dürtülerdi bizi ayakta tutan.
Bu ve bunun gibi durumlarda en iyi yaptığımız şeyi yaptık. Bıraktık, boşverdik. Kendi hevesimizi kendi kursağımızda bıraktık. Biz de güzel şeylere güzel diyebiliyor dahası, gülebiliyorduk. Fakat böyle bir saatte bunlar yeteneklerimizin çok üstünde kalmış davranışlardı. Karanlık mahzenlerde, karanlık saatlerde sadece bizi ayakta tutan dürtüler, örselenmiş dürtüler, mutluluk veren hatta umutlandıran dürtüler, gülümseten hisler.. Ama çok karanlık mahzenler, dipsiz kuyular ve ucu görülemeyen tüneller gibidir. Böylece güzel olan her şeyi sona erdirirken biz, dipsiz kuyularda düşerken biz, tünellerin sonunu ararken biz aslında ne yapıyorduk?
Paramparçalanmış ve hazımsızlıkları, sinir harpleriyle terkedilmiştik. Elbet yumuşak kokulardan, yumuşak renklerden, huzur veren seslerden etkilenirdik biz de. Karmaşık sohbetler ederek büyütmeseydik yarınları belki mutluluk ve umudu da bulabilirdik onlarda. Ne seçtik, ne seçildik. Bir zarmışçasına, üzerinde kapitalist ruhlar barındıran bir madeni paraymışçasına rastgele atıldık. Ve biz sıkıntılı pejmürdeler olması gereken kavramlar içinde kendimizi kalıplaştırmaya çalışırken sonsuz lobotomi için ağladık.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder