20 Ağustos 2015 Perşembe

Ağustos Kışı Ve Güneş

saat sabahın sekiz :57'si. 1964 den kalma bir çerçeve ile yeni günü selamlıyorum. aylardan ağustos olmasına rağmen hava biraz esiyor ya da ben bilmiyorum.
beyaz -delikli- masanın üstünde kalem çöpleri (artıkları mı demeli?), içi dolu dokuz delikli kül tablası, hangi taraftan bakılmak isteniyorsa yarım bardak su, artan disleksim ve solmaya yüz tutmuş benliğim var. -TekrarKalemiAçıyorum-.

arka fonda çalan müzik hiç değişmiyor. kanı bozuk kulaklık yalnızca klasik müzik çalarken ellerim kahveye boyanıyor ve kalemin kahverengi olduğunu anlıyorum.
aralarda biryerde kurumuş bir çiçeğe rastlıyorum ve ardından onlardan bahsetmeyi sevmediğini anımsıyorum.
çiçekler beni kırıyor diyordun.
çiçekler beni kırıyor.

ne de çok seviyorum onları benim yapamadığımı onlar yapıyor "oh olsun".

sanırım hava biraz ılınıyor. karşımda ki yirmi katlı külüstürü boyayan iki genç -sanırım altıncı kattalar- kana kana su içerken küfürlerle bezeli cümlelerinden havanın sıcak olduğunu ve çok kere amına koyayımı seçiyorum.

birgün -eğer ki başarabilirsem- içimi açtığımda seni orada bulmayı umuyorum. en sevdiğin lacivert takım üzerinde ve durmadan gülümsüyor ellerin.
yaklaşık yirmi üç dakika boyunca tükenmez kalem arıyorum ama elime geçen -daha rengini bile ayırt edemediğim- koyu kahve bir kalem
                      bu yazdıklarımı
asla
                      silmek
istemediğimi
                           biliyorum.

  sesini ilk duyduğumda ya da seni ilk gör-
  düğümde nasıl hissettiğimi hatırlamıyor-
  um. ama yücelmiş gibi kanımın akmayı
  kestiğini anımsıyorum.

bu hikayede anlatılan hiçbir kurum, kişi, olay, yer, zaman bende dahil gerçek değil.

bir yumurta ve bir kase yulaf yedikten sonra yürüşe çıkıyorum, güneş üstüme düşerken sıcaklığıyla ısınıyorum, ısınıyorum, ısınıyorum...
anı ya da hatıra her ne boksa çoğul bir şekilde beni sırtlarken nerede olduğumu unutuyorum sadece sıcaklığı hissediyorum. ardından bir korna sesiyle bütün büyü bozuluyor, bal kabakları birer birer patlarken yükseliyorum.
ardından evin yolunu tutuyorum nereden geldiğini bilmediğim mavi bir mürekkep bütün sayfayı boyuyor ve ben koyveriyorum.
çabucacık pes ederim biliyorsun. fıtratımda olmayan galibiyeti bir kez olsun tatmak için kanıyorum.

saat sıfır dokuz :58 ne rakam ne sayı ne de başka bir şey görmeye gücüm kalmıyor, istemiyorum.

yetmişinde bir çam ağacının altını kıvrılıyorum. ıslak toprak kokusu burnumu yakarcasına içime nüfuz ederken gülümsüyorum ve kayboluşumun hüzünlü hikayesi
burada
son
buluyor.
            

2 Şubat 2015 Pazartesi

Pejmürdeler ve Zerdüştlük



                                                               1946
Sözgelimi her şeyi  bilen kadının ağzından.

                Sevdiğim bir dostumun evinden yazıyorum. Ayaklarım donuyor ve henüz doğmamış çocukların ölümüne sebebiyet veriyorum. Sabaha karşı bir belirsizlik saatindeyim ve bahsi geçen dostum buzdolabının kapağını her açtığında çıkan sesi bir şarkının giriş melodisine benzettiği için 25 dakikadır mutfakta. Bense aynı koltukta tam 10 buçuk saattir oturuyorum. Ve bahsi  geçmeyen eski sigara dumanları… Sigarayı yakma, mumları yakma, içimi yakma. Burnumun direği sızladı. Sigarayı yakma çünkü yaktıkça bitiyor.
                Bizler, yani bazı pejmürdeler bilmedikleri  şeyleri insanlara veremiyoruz. Işıkları sokaklardan görünmeyecek kadar zemin kattaki apartman dairelerinde kimi zerdüştlükler peşinde koşuyoruz. Bunların ne bize ne de bir başkasına faydası yok. Duman üzerine duman çıkartıyoruz, ateş yok  Pembe havlular, bordo koltuk, çevirmeli telefon, akortsuz bir gitar fakat telleri yeni, kış bahçesi  fakat kitaptakinden farklı,  güz sardunyaları, mavi yorgan, keskin duvar kenarı, yatak, okunmamış kitaplar, üzerine pis kokular sinmiş kahrolası gençliğimiz ve kurumaya yüz tutmuş vajinalar.. Lakin duvarlar bu kez yeşil değil.
                Hangi günahtı bana şiir yazdıran?
-Saat kaç?
-Dört falan.
-Buçuk.
Yazmıyorum şiir. Karanlıktan bu kadar korkup böyle bir karanlık içinde olmam çok komik değil mi?
Bu sanıldığının aksine anlamsız bir monologtan ziyade anlamlı bir diyalog aslında. Ne yazık ki bahsi geçen kişiler -ben dahil- tamamiyle hayal ürünü değil. Çürüyoruz. Hem de bize yaşadığımızı hatırlatan her şeyle birlikte. Sen ve ben eski dostum, yokolmaya her zamankinden daha yakınız bu gece. Bugün ya da ertesi , sonu iyi bitmeyecek bir yolculuğa neredeyse kuşluk vakti çıkacak olmak beni bu yamuk perdelerden daha fazla rahatsız ediyor. Perdeleri çekemedim, perdelere yenildim.
                Fonda sifon sesleri. Sanırım biraz belimi ağrıtıyor bu eğrelti tutumlarım. Bazı cümlelerin değil kelimelerin dahi sonunu getiremezken bi’şeylerden bahsetmeye gücüm yok. Gücüm yok. Hiçbir şeyim yok.
-Şu an yokluğa girdik.
-Zaten hep yokluktayız.
Ama, fakat, lakin burada kastettiğim varlığın zıttı olan yokluk değil. Bilmiyorum belki de öyledir.Kendimize akıl dışı manifestolar ararken, herhangi birini yaratamamış bireyler olma sorunsalıyla karşı karşıya kalmıştık, yorucuydu.
Zaman aksın istemediğim dakikalar, içine bir girip bir çıktığım düşünce silsileleri.. Artık sinirden kaynaklanan mide bulantılarıyla karşılaşmak istemiyorum. Yaşlı ama katiyen ehli değil. Yıllanmış telefon defterlerinin –eşantiyon ajandaların- hüküm sürdüğü yıllarda, karanlık mahzenlerde örselenmiş dürtülerdi bizi ayakta tutan.
Bu ve bunun gibi durumlarda en iyi yaptığımız şeyi yaptık. Bıraktık, boşverdik. Kendi hevesimizi kendi kursağımızda bıraktık. Biz de güzel şeylere güzel diyebiliyor dahası, gülebiliyorduk. Fakat böyle bir saatte bunlar yeteneklerimizin çok üstünde kalmış davranışlardı. Karanlık mahzenlerde, karanlık saatlerde sadece bizi ayakta tutan dürtüler, örselenmiş dürtüler, mutluluk veren hatta umutlandıran dürtüler, gülümseten hisler.. Ama çok karanlık mahzenler, dipsiz kuyular ve ucu görülemeyen tüneller gibidir. Böylece güzel olan her şeyi sona erdirirken biz, dipsiz kuyularda düşerken biz, tünellerin sonunu ararken biz aslında ne yapıyorduk?
Paramparçalanmış ve hazımsızlıkları, sinir harpleriyle terkedilmiştik. Elbet yumuşak kokulardan, yumuşak renklerden, huzur veren seslerden etkilenirdik biz de. Karmaşık sohbetler ederek büyütmeseydik yarınları belki mutluluk ve umudu da bulabilirdik onlarda. Ne seçtik, ne seçildik. Bir zarmışçasına, üzerinde kapitalist ruhlar barındıran bir madeni paraymışçasına rastgele atıldık. Ve biz sıkıntılı pejmürdeler olması gereken kavramlar içinde kendimizi kalıplaştırmaya çalışırken sonsuz lobotomi için ağladık.



29 Temmuz 2014 Salı

aforizmasal sıçıntılar

sevgili fletcher;

    günaydın; yazım güzel olsun diye zorluyorum ama olmuyor. noktalı virgülün orada ne işi var gerçekten bilmiyorum. günün bu saatlerini seviyorum, 57 kalori olan kahvemi içiyorum sanırım "yine" diyetteyim. az önce bir köpek bahçede ki süs kuyusunun -evet süsü kuyusu- yanından geçip gitti. sanırım onlar bile varlık kavramını biliyorlar. nasıl edebiyat yaptım ama.
    saat 06:01, kahvem sik gibi. hava biraz esiyor, üstümde annemin hırkası var. bu balkonda son oturuşlarım mı? herkes hakkında bir fikrim, görüşüm ya da zamanla oturmuş yargılarım var ama insan kendini tanımaz mı? şu arabalar biraz sessiz olursa sevineceğim. herhangi bir zamanda, herhangi bir olay karşısında fikirlerimi doğru tartıp "olması gereken" yargılara varabiliyor muyum?
    mesela neden şuan balkonda oturmuş bu deftere -üzgünüm kabalık ettim- zar zor yazan bir pilot kalemle -bu kalem doğukandan çaldım- yazı yazıyorum? ya da bu soru neden bu kadar uzadı?
    çoğu zaman aptallık mı ediyorum? kahveyi yavaş yavaş yudumlamak harika bir şeymiş.
kendime not: kahveyi yavaş iç.
    bazı olgulardan bahsetmek için beynim parmaklarımı yiyor. bir insanın kendine en çok sorduğu soru nedir?
genelleme yaparken insan kavramını kullanmamın nedeni insanlığı unutmaktan korkmam mı?
     devrilmiş bir ağacı izledim ziyadesiyle yorgun ve güçlü gözüküyordu. peki şu söğütü ne zaman kesecekler ya da yamuk gövdesi çimlenmiş bıkkın iğdeyi?
     bazı günler kimseyle görüşmek istemiyorum ya da çoğu günler bilmiyorum. şu bina neden kerhane moru? kendi ciddiyetimden kaçıyorumdur belki laf aralarında.
     "aslında bu ciddi bir yazı olmayacaktı" hep bu başlık altında başlayıp kendimi aforizmasal sıçıntılara sürüklüyorum. yazmak için düşünmeye vaktim olmuyor.
      parmaklarımın yarısı bitti yoksa o yüzden mi bu kadar küçük ellerim? masanın üstünde ki dokuz delikli küllüğün yanında duran yaklaşık bir santim büyüklüğünde ki bir parça külü neden defterimin arasında saklamak istiyorum? yoksa bana babamı hatırlattığı için mi? kendimi çok bencil hissediyorum.

      "en sevdiğim çiçek fikrimin ince gülüyken sana pek yardımcı olamayacağım."
     
      onları düşündükçe endişeleniyorum, yıllar getirdiği gibi götürecek mi bir bir. kendimi anlatabilmeyi dilerdim ya da birinin beni gerçekten anlayabilmesini. düşünmeden hareket edebilmeyi dilerdim, sonuçlarının ne olacağı hakkında endişelenmemeyi.
       saat 06:32, kahvem bitti. hava biraz esiyor, üstümde annemin hırkası var. bu balkonda son oturuşlarım mı?






12 Mayıs 2014 Pazartesi

sustum

sevgili fletcher;

  konuşmak istedim, anlatmak. yuttuğum, sakladığım her şeyi kusmak istedim. yüzüne karşı konuşabilmeyi diledim.
sustum.
  tek bir laf etmedim. edecek ne yüzüm vardı ne de cesaretim.
sustum.
  zamana ihtiyacım olduğunu düşündüm. zamana ihtiyacım vardı. onun gibi olmayı denedim. onun gibi oldum. kendimi unuttum. neyden hoşlanırım neyden korkarım hepsini unuttum. kendim olmayı bilmiyorum o yetiyi çoktan kaybettim. anlattı; dinledim, özümsedim, uyguladım.
sustum.
  belki benim en büyük çaresizliğim buydu.
sustum.
  tek kelime etmeye mecalim yoktu. korktum, kaybetmekten korktum fletcher ama kendimi kaybettiğimi çok sonraları fark edebildim. yitirdim, yitirildim. en çokta;
sustum.
  söylenecek çok sözüm vardı belki. sayfalarca yazabilir, kitaplarca susabilirdim.
sustum.
  sadece bir kez, bir kez olsun söylemek istedim.ama hangi kelimeyi nereye koyacağımı, nereden başlayacağımı bulamadım. hayır, hayır bu bilgisizliğimden değildi. korkuyordum. ellerim ölmüştü. uzunca bir süre düşündüm ne demeliydim?
sustum.
  resimlerini çizdim belki onlarla konuşabilirdim. onlardan korkmazdım, korkamazdım. insan kendi çizgilerinden korkar mıymış hiç? ben korktum.
sustum.

  09/02/2014
 yine aynı yerde aynı masada oturuyordum. hava çok soğuktu karşımda bir çift kavga ediyordu elleri birbirlerinin ellerindeydi. fazla olduğumu düşündüm orada olmamalıydım. küçük defterimi çıkarttım.
"umursamazlığı, hiçbir şey onu etkileyemezmiş gibi davranması, geçmişe olan saygısızlığı, güvensizliği ve daha onlarca şey. benim içinde böyle düşünmüş, konuşmuş ya da hissetmiş olabileceği ihtimali dahi beni           "

  orada bırakmışım. çünkü söyleyecek bir sözüm yoktu. "yaa ben çok okudum, yaa ben çok biliyorum" tavırlarımın hiçbiri acizliğimi örtemiyordu.
sustum.
  saatlerce, haftalarca, aylarca ve belki de yıllarca sustum. söylemem gereken onlarca şey varken sustum. bu canımı acıtsa dahi sustum.
  siyahlar ve beyazlar vardı. maviler ve yeşiller belki birazda kırmızı.
  yollar vardı uzunlu kısalı. çoğu yorucu.
  o kendini laciverte gömdü ben ise siyaha. yıllarca yürüdük, koştuk her seferinde ben yoruldum o devam etti. dur demek isterdim. dur ve bana yardım et. dur ve yanımda ol. dur ve ellerimi tut.
sustum.

   sadece sustum.












5 Mayıs 2014 Pazartesi

köpek balığı ve ahtapot nina

sevgili fletcher
  
  bugün sana üzücü bir hikayeden bahsetmek istiyorum. "sekiz yaşında bir çocuk yazmış gibi bu yeaa" dedi biri lakin anlamadığı belliydi.



"bir varmış bir yokmuş. okyanus yüzeyinin millerce altında nina adında genç bir ahtapot yaşarmış.
nina zamanının çoğunu taşlardan ve deniz kabuklarından garip şeyler yaparak geçirirmiş. çok mutluymuş.
ama sonra bir pazartesi günü bir köpekbalığı gelmiş.
“adın ne senin?” demiş köpekbalığı.
“nina” diye yanıtlamış o da.
“arkadaşım olmak ister misin?” demiş köpekbalığı.
“tamam. ne yapmam gerekiyor?” demiş nina.
“pek bir şey değil. ” demiş köpekbalığı. “kollarından birini yememe izin ver yeter.”

nina’nın daha önce hiç arkadaşı olmadığından acaba bu arkadaş olmak için yapılması gerekenlerden mi diye düşünmüş. sekiz koluna bakmış ve bir tanesinden vazgeçmenin çok da kötü olmayacağına karar vermiş. bir kolunu yeni ve harika arkadaşına bağışlamış.
o hafta nina ile köpekbalığı her gün birlikte oynamış. mağaralar keşfetmişler, kumdan kaleler yapmışlar. çok çok hızlı yüzmüşler. ve her gece köpekbalığı acıktığında nina, yemesi için bir kolunu daha vermiş.
pazar günü tüm gün oynadıktan sonra köpekbalığı nina’ya çok aç olduğunu söylemiş.
“anlamıyorum.” demiş nina. “altı kolumu çoktan verdim. şimdi bir tane daha mı istiyorsun?”
köpekbalığı ona arkadaşça bir tebessümle bakmış
“bir tanesini istemiyorum” demiş. “bu sefer hepsini istiyorum. ”
“ama neden?” diye sormuş nina.
köpekbalığı da: “çünkü arkadaşlar birbirleri için böyle yaparlar. ” diye yanıt vermiş.

köpekbalığı yemeğini bitirdiğinde çok üzgün ve yalnız hissetmiş. birlikte mağaralar keşfedeceği, kumdan kaleler yapacağı, çok çok hızlı yüzeceği birine sahip olmayı özlemiş. nina’yı çok özlemiş. bu yüzden başka bir arkadaş bulmak için çok hızlı yüzmüş."

short term 12